Si vis pacem, para bellum "Barış istiyorsan, savaşa hazır ol"

 

         Si vis pacem, para bellum

         “ Barış istiyorsan savaşa hazır ol!”

         Bu sözü mutlaka daha önce duymuşsunuzdur. Özellikle Latincesi oldukça havalıdır. Kelimeler öylesine ağırdır ki, söyleyen bu ağırlık ile güç kazanır. Sanırım Latince, diğer dillere göre özdeyişler konusunda dilin gnostik tarzı denilebilir. Latince cümleler söylenirken içinde barındırdığı gizem, tütsü kıvamında ortama dağılır.

         Gelelim cümlenin aslında ne anlama geldiğine. Geçmiş çağlarda kısa cümleler ile söylenen sözlerin etkisi, kitap olmaması, halkın kullandığı dilin sadeliği, toplumun yeni yeni yerleşik düzende kültür oluşturma çabasında olduğu düşünüldüğünde oldukça etkili olmuştur. Aynı zamanda sözleri söyleyen kişilerin mevcut iktidarların da bir nevi temsilcisi ve halkı terbiye edicisi olduğunu da unutmamak gerekir. O günlerden bu günlere kadar gelen özdeyişler her zaman toplumu belli bir nizam çerçevesinde tutmak için söylendiği varsayılabilir. Açıkçası ben cümlelerin anlamından ziyade bugüne kadar toplum üzerinde oluşturduğu misyonu görüyorum. Kayıtsız ve şartsız kabul ettiğimiz düşüncelerin, sözler ile hayatımıza nasıl müdahale ettiği apaçık meydanda.

 Sözü söyleyen kişi Roma topraklarında, 5. Yüzyılda yaşamış,kendince roma ordusunu inceleyen ve bu konuda kitap yazan,Vegatius adında zatı muhterem. Yaşadığı dönem Roma imparatorluğunun o günkü koşullarda komşularına duman attırdığı zamanlar. Yerleşik bir sistem kurulmuş, ordu güçlü, emperyalizmin ilk doğuşu. Hal böyle olunca etrafa korku salarak mahallenin abisi olmaya adan tek devlet Roma oluyor.

Roma, düşman ilan ettiği toplumlar üzerinde askeri gücü ile baskı oluşturarak adına barış dediği aslında güçlünün güçsüz olanı ezerek onu sömürmesini bu sözle anlatmakta. Altta kalanın ezileceği yenidünya düzeni, düzenli birlikler ve şehirler yardımı ile oluşturulmaya başlanıyor.

         Barış istemek savaştan vazgeçmektir. Fakat sözün özünde barış’ı savaşmak yerine sunulan bir fırsat olarak anlaşılmaktadır. Eğer savaş olması halinde kayıp edileceklerin son defa gözden geçirilmesi gerektiğini tembih eder karşısındakine. Barış burada tam anlamı ile boyun eğmektir.

Karşısında bulunan topluluğu kendi hegemonyası içine dâhil etmek için kullanacağı diplomasi yolunu tamamen gücün karşısında eğilme olarak görmesi aslında barış yaptığı anlamına gelmemektedir. Burada bahsedilen barış açıkça karşı tarafı sindirmedir.

Ama söz cidden havalı değil mi? Si vis pacem, para bellum

 Gücün karşısında teslimiyeti ve ardından biat kültürünü ancak böylesine net olarak aktarabilirdi Roma zaten.

Günümüzde ise sadece uluslar arası diplomasilerde değil, hayatın her alanında bu sözün topluma işlenişini görebiliriz. Devlet ve halk arasında dahi bu vardır. Yoksa kolluk kuvvetleri olarak adlandıran kuvvetler niye olsun değil mi?

Halk, barış içinde yaşamak için Devletin sınırsız meşru gücünü her alanda hissetmelidir. Halkın hakları, Kolluk Kuvvetleri’nin nispi ölçüleri oranında belirlenen sınırlar içerisinde geçerlidir. Sınırların belli belirsiz olduğunu da mahkemeler sayesinde biliriz. Çünkü meşru gücün orantısız yaptırımlarına karşı haklarımız tarafsız mahkeme tarafından bizi bu orantısız güce karşı korumak ile mükelleftir. Ama nedense Devlet halkı ile barış yapmaya pek niyetli değildir, bunun yerine halkı kendisi ile tek taraflı barış’a zorlar. Tüm şartları Devlet lehine olmak üzere sorgusuz ve sualsiz kabul eden halktır.

Demokrasi seçme ve seçilme hakkıdır. Bu durumda Devletin yönetimi, halk tarafından seçilecek kişilerin halkın lehine yönetilmesi için var olmalıdır. Tam da bu noktada Devlet ve Halkın yönetimi net olarak ortaya çıkar. Devletin meşru gücü ile birlikte halk üzerindeki olası baskısını sınırlandırmak için seçilen yöneticiler halkın sözcüsü ve halk adına denetleyici olarak göreve başlarlar.

Amaç, Devletin her konuda baskın rolünü sınırlandırmak ve yurttaşların eşit koşullarda, kanunlara ve yasalara uygun olarak yaşamalarına zemin hazırlamaktır. Yani siyasetçilerin aktif olarak Devletin kontrolünden daha fazla önemsemesi gereken konu, Halkın eşit şartlarda korunması ve toplumun zenginliğine fayda sağlayacak unsurların ön planda tutulması söz konusudur.

Devlet mevcut sistemin korunmasını, adaletin eşit şartlarda uygulanmasını, fırsat eşitliği ile birlikte mülkiyet hakkının korunması ve daha onlarca hakkın sistemsel olarak uygulanabilir olmasını sağlar. Siyasetçiler ise bu mekanizmanın tam anlamı ile yaratacağı fırsatların sunumunu ve organizasyonunu yurttaşlar adına planlar. Her siyasi partinin ayrı politikalarının olmasının da nedeni bu değil midir? Kimi daha çok liberal politikaları kimi de daha çok sosyal farklılıkların kaldırılmasını ön planda tutar. Milli eğitim politikası yada çalışma üzerine politikalar aynı denklemde olsa da her siyasi partinin bu konudaki görüşü farklı fonksiyonlar üzerinden ele alınır ve uzlaşılarak toplumun genelini kapsayacak şekilde modellenir.

Siyasetçiler farklı dünyanın insanları değildir. Bu toplumun içinden çıkmış ve toplumun genelinin yani halkın sözcüleridir. Dolayısıyla seçildikleri andan itibaren misyonları toplumun genelinin ortak çıkarları ile aynı paralelde hareket etmektir. Toplum kendisi adına yönetimde söz hakkı verdiği sözcülerinden beklentisi yasama ve yargı ile yürütmenin şeffaf olmasının sürekliğinden başka bir şey değildir.

Sınırsız güce sahip olan Devlet, halkın çoğunluğu tarafından seçilen kişilerin kontrolünde olur ise halk ve Devlet arasında organik bir bağ kurulmuş olacaktır.  

Halkın büyük bir kısmının inandığı ve desteklediği seçilmiş liderden yönetimi tamamen tarafsız olarak ele alması beklenir. Denetim mekanizması bu durumda kuvvetler ayrılığı ilkesi ile sağlanır. Aksi olur ise yani yönetici halkın tamamının haklarını değil de sadece kendi seçmeninin haklarını kollarda durum daha karışık hale gelecektir.

Elbette bu durumda seçilen kişilerin tarafında olmayanlar az önce bahsettiğimiz tek taraflı barış’a zorlanırken, Sadece Devlet lehine değil aynı zaman Seçilen kişilerinde lehine kararlara, paylaşımlara ve önemlisi onların insani haklarının kendisine verilen haklardan daha üstün olduğunu kabul etmek zorunda kalır.

Böylelikle Barış yapılmıştır. Halk mecburen yaşam mücadelesinin karşısında mutlak suret ile kazanacağını bildiği güce her koşulda biat etmeyi de kabul etmiştir.



 

 

Yorumlar